Sol, 1950’den bu yana iktidar yüzü görmedi. Ülkemiz, 1950’den bu yana,
emperyalizmle işbirliği yapan sağcı, tutucu hükümetler tarafından yönetildi.
Bir arpa boyu yol alamadık.
AKP ise 9 yıllık iktidarı döneminde uyguladığı iç ve dış politikalarla
gelmiş geçmiş tüm sağcı yönetimlere rahmet okuttu. Ulusal zenginliklerimiz,
birikimlerimiz, kültür değerlerimiz talan edildi. Yağmalandı. Yabancılara
peşkeş çekildi. Hukuk siyasallaştırıldı…
Yarı bağımlılıktan tam bağımlılığa geçtik. Ülke bölünme yolunda hızla
ilerliyor şimdi…
Peki, Niçin bu durumlara düştük? Niçin uygarlık, özgürlük, insan
hakları sıralamasında hep sonlardan birinciyiz?
Niçin yıllarca sömürüldük, ezildik, baskı altında yaşadık. Koyun sürüsü
gibi güdüldük? Niçin birileri sırtımızdan milyarları kazanıp, bu dünyada
cenneti yaşarken, halkın büyük bir çoğunluğu sefalet, açlık, yoksulluk
içerisinde cehennemi yaşıyor?
Yoksa bu ulusun yapısında, mayasında, genlerinde mi vardır tutuculuk,
sağcılık, duyarsızlık?
Yoksa bu ülkenin insanları çile çekmekten, aldatılmaktan, sömürülmekten
zevk mi alıyor?
Şunu önce, açık ve net olarak belirtelim: Suçlu halk değildir. Suçlu
insanlarımız değildir. Suçlu partilerdir. Suçlu, gereği gibi halka öncülük
yapamayan politik kadrolardır. Suçlu, halkı afyonlayan Amerikan ve İsrail uşağı
medyadır.
Bugüne değin, sol, bir türlü halkla buluşamadı. Halkı yanına çekemedi.
Onunla kaynaşamadı. Sorunları onun anlayacağı dilden, elle tutulur, gözle
görülür uygulamalarla anlatamadı. İşçilerden, köylülerden, kısaca emekçilerden
ve emekçi eylemlerinden genellikle uzak durdu.
Bu nedenle halka güven veremedi. Güven sağlayamadı. Görüşlerine
katılalım ya da katılmayalım, ilk kez, sol bir partiyi iktidar olma yoluna sokan,
milyonları peşinden sürükleyen lider Bülent Ecevit ‘ti. Burada onun siyasal
görüşlerinden çok halka yakınlaşma, halkla bütünleşme yanını ön plana çıkarmak
istiyorum.
Günümüzde ise muhalefet partileri, parti başkanları ülkenin ihtiyacına
göre politik bir çizgi izlemiyorlar. Belirli bir programları yok. Bir gün önce
söyledikleri, bir gün sonra söyledikleri ile çelişiyor. Belirli bir hedefleri
yok.
Sanki iktidar olmaya niyetleri de yok. Onlar muhalefeti daha çok
sevdiler. Çünkü muhalefette sorun yok. Sorunlara çözüm bulmak yok. Uygulama
yok. Sorumluluk yok.
Milletvekilliği maaşı da işliyor. Rahat, huzurlu hayat sürmek dururken
sıkıntıya ne gerek var…”
Yukarıda “Suçlu halk değil” demiştim. Bu doğru. Bu doğru ama yapılan
yanlışların, ihanetlerin, karşı devrimci eylemlerin “hesabının” sorulmaması da
bağışlanamaz bir suçtur. Bunu da vurgulamadan geçmeyelim.
Örneğin, kara çarşaf üzerine niçin CHP rozetinin takıldığını, niçin
Fethullah Gülen’lere, tekke ve zaviyelere methiye”ler dizildiğini, niçin
bölücülere bölgesel özerklik vaatlerinde bulunulduğunu, niçin üniversitelerde
ve devlet dairelerinde türbana göz yumulduğunu, hatta yerleşmesi için öncülük
yapıldığını, niçin “Dersim Olayı” bahane edilerek Atatürk’e saldırılar
düzenlendiğini, niçin dostumuz Libya’ya savaş gemileri gönderme kararına “evet”
denildiğini kimse sormuyor.
Üstüne üstlük, birileri çıkıyor, “Benim başkanım, benim liderim
Kılıçdaroğlu’dur”diyor. Bir başkası benim başkanım, benim liderim Baykal’dır,
Sarıgül’dür, ben başkanıma toz kondurmam, laf söyletmem” diyor. Sanki başkanlar
gökten zembille inmiş gibi…
Laf söyletmiyor. Kendisi de sorgulamıyor. Sorgulayanları da AKP
saflarına geçmekle, yani ihanetle suçluyor…
Sözün özü, vatan elden gidiyor, biz önce vatanımıza sahip çıkalım.
Ordumuza sahip çıkalım. Mustafa Kemal Atatürk’ün “İstiklali Tam”, yani tam
bağımsızlık ilkesine, Altı Ok’una, 1923 Devrimine, onuruna sahip çıkalım…
İlkeli davranalım.
Tıbbiyeli İhsan gibi gerçekleri savunalım ve yeri geldiğinde isyan
etmesini, hesap sormasını da bilelim.
SİVAS Kongresi‘ne arkadaşları adına İstanbul’dan delege olarak katılan
Hikmet adlı askeri tıp öğrencisi “manda” tartışmalarının yapıldığı bir sırada
söz alarak, Mustafa Kemal Paşa‘ya hitaben şu konuşmayı yapmıştı:
”Paşam! Delegesi bulunduğum tıbbiye, bağımsızlık savaşımızı başarmak
için açtığınız çalışmalara katılmak üzere beni gönderdi. Amerikan mandasını
kabul edemem. Kongre bu yolda bir karar verecek olsa bile, bunlar kim olursa
olsun, bütün gücümüzle karşı çıkarız. Varsayalım ki, Amerikan mandasını siz de
onayladınız. Size de karşı geliriz. Sizi kurtarıcı değil, batı’cı sayarız.
Tel’in ederiz.”
Mustafa Kemal Paşa da bu sözler karşısında çok duygulanıp “Arkadaşlar,
gençliğe bakın! Türk Milletinin taşıdığı asil kanın ifadesine dikkat edin.
Çocuğum kaygılanma; gençliğimiz ile övünüyorum. Parolamız tekdir ve değişmez:
Ya istiklâl ya ölüm” diyordu…
Zaman, “Gökten ne yağarsa yağsın, yerin kabul etmesi” zamanı değildir.
Zaman parti önderlerini ve yöneticilerini ilahlaştırıp, her dediğine baş
sallama, “evet” deme zamanı değildir.
Kıvırtmanın, soytarılığın, particilik oyunları oynamanın zamanı hiç
değildir. Zaman mücadele zamanıdır. Eleştirme, gerçekleri söyleme, Atatürk
çizgisinden sapanları, saptıranları, ihanetleri ortaya dökme zamanıdır.
Ulusal kurtuluş savaşımız yeniden başlamıştır.
Zaman, “Ya istiklal, ya ölüm” diye haykırma zamanıdır…
Ali Eralp
İLK KURŞUN

0 yorum:
Yorum Gönder
Teşekkürler...