Ah benim vicdanım neleri reddediyor, bir bilseniz…
Ben doğmadan yıllar yıllar öncesinden başlayan ve Mustafa Kemal’imin ölümünden sonra yıllardır devam eden ne acıları yüreğimde biriktirip gözlerimi açtım ben bu dünyaya.
İşinize gelir ya da gelmez, o gün nurtopu gibi bir Kemalist doğdu. İyi ki de doğdu… Doğdu ve sizin başınıza bela oldu.
Ben uzun zamandır sizi izlerken televizyonda ve lanetlenmiş suratlarınıza bakarken bela okumuyorum. Her gün birçok insan, ya dost meclislerinde, ya arabasında radyo dinlerken, ya evinde televizyon ve internet başında, ya da gazetesini okurken size bela okuyor; ama ben uzun zamandır size “Allah belanızı versin!” bile demiyorum. Demiyorum; çünkü bizim gibi Kemalistler doğmuş ya, Allah sizin belanızı öyle vermiş zaten.
Daha bir şey görmediniz ama… Güzel(!) günler göreceksiniz çocuklar, motorlarınızı kendi lağım sularınıza süreceksiniz!… Daha durun bakalım… Güzel(!) günler göreceksiniz, kabahattan olma sabahattan doğma çocuklar, acele etmeyin, daha bir şey görmediniz…
Daha bir şey görmediniz ama… Güzel(!) günler göreceksiniz çocuklar, motorlarınızı kendi lağım sularınıza süreceksiniz!… Daha durun bakalım… Güzel(!) günler göreceksiniz, kabahattan olma sabahattan doğma çocuklar, acele etmeyin, daha bir şey görmediniz…
Ah benim şu vicdanım, neleri ellerinin tersiyle itmeye çalışıyor yıllardır, bir bilseniz…
Türk askerinin başına geçirilen çuvalda biriktiriyorum tüm öfkemi… O çuvala bir günyalnızca başınızı değil, vatan toprağıma her gün yeni bir pislik döken kıçınızı da sokacağız. O zaman anlayacaksınız, köpeği olduğunuz Apo’ya 40 metrekarenin bile ne kadar çok olduğunu… 40 metrekare, bir çuvaldan daha geniştir çünkü.
Türk polisine attığınız tokatta biriktiriyorum söyleyemediklerimi… Siz böyle ABD’den aldığınız güçle azdıkça, AB’den bulduğunuz yüzle kudurdukça, o tokat benim ellerimde büyüyor. O yüzden diyorum ya, daha bir şey görmediniz siz…
Tokat’ta yatan Şehit Üsteğmen Çetin Aylar’a anlatıyorum her gece, bu çuval ile tokatı…
Temmuz 2010’da Hakkari Çukurca’da şehit düşen Çetin Üsteğmen’in Tokat Turhal’daki babaevini ziyarete gittiğimde sormuştum babasına:
“Sen oğlunu büyüttün, Harp Okulu’na gönderdin, okuttun, teğmen mezun ettin. O oğlun daha da büyüdü, üsteğmen oldu ve bir gün bir kalleş gelip senin canının parçasını şehit etti… Ne hissediyorsun? Merak ediyorum, bir şehit babası ne hisseder?”
“Sen oğlunu büyüttün, Harp Okulu’na gönderdin, okuttun, teğmen mezun ettin. O oğlun daha da büyüdü, üsteğmen oldu ve bir gün bir kalleş gelip senin canının parçasını şehit etti… Ne hissediyorsun? Merak ediyorum, bir şehit babası ne hisseder?”
Her yanı Türk bayrağıyla donatılmış evin bahçesinde bana o baba dedi ki:
“Utku Bey, ben üzülmüyorum, ben ağlamıyorum. Benim oğlum, altı askerinin canını kurtarmak uğruna o mevziyi terketmedi ve öyle şehit oldu. Bugün altı ana onun sayesinde ağlamıyor. O yüzden mutluyum. Ama eğer benim oğlum kendi canını kurtarmak için o mevziden kaçsaydı, bugün o altı ana ağlayacaktı. İşte o zaman ben bu eve Çetin’i almaz, evlatlıktan men ederdim. Ve işte o zaman ağlardım.”
Tüylerim diken diken, düşündüm o anda, bu nasıl bir ruhtur… Bu nasıl yüce bir felsefedir ki, kendi çocuğu şehit düşünce, diğer analar ağlamıyor diye, altı ana değil de bir ana ağlıyor diye sevinebilen?
Bu ruh ve bu felsefe, bizim büyük ulusumuza okullarda öğretilmez… Bizi annemiz veya babamız karşısına alıp da, “Bak çocuğum, ilerde senin çocuğun şehit düşerse, böyle böyle düşünüp, ağlamayacaksın!” diye anlatmaz… Bu, bizim binlerce yıllık tarihimizde nesilden nesile sanki genetik bir kodla, sessiz sedasız aktarılan bir felsefedir. Buna ne vatanımı işgal eden kabahatın aklı erer ne de vatanıma ihanet eden sabahatın… Buna yalnızca “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözünü şöyle yüreği titreye titreye söyleyebilen, Mustafa Kemal’in çocuklarının aklı erer…
O yüzden de, bu kabahat ile bu sabahat, daha nasıl bir ulusla uğraştıklarının farkında değiller!
Peki kimdir bu kabahat ile sabahat? Ve neden biri fahiştir, diğeri de fahişedir?
“Fahiş” sözcüğü, “aşırı” anlamı dışında bir de “ahlaka uygun olmayan” anlamına da gelir…Cumhuriyet’in temeline bombalar konulurken buna ses çıkarmayanlar, bu bombaları koyanlar kadar fahiş, yani ahlaksız bir kabahata imza atmışlardır.
“Fahişe”nin ne anlama geldiğini de, sabahatın yüzüne bakarak anlayabilirsiniz.
“Sabahat” sözcüğü, “yüz güzelliği” demektir. Oysa öyle sabahatlar vardır ki, emperyalizmin bölücü yatağına girmek için kullanır o tükürülesi çirkinlikteki yüzünü.
Bizim bilmemiz gerekense; yıllardır o kabahatı işleyip üzerimize saldıranlarla, o sabahatı işleyip üzerimize salanlar aynı soysuzlardır, aynı alçaklardır.
Ah benim şu yıllardır acıya acıya sonunda acınacak duruma düşen güzel vatanımın vicdanı, neleri reddediyor, bir bilseniz…
Askerliğini benim gibi yapanlar da anlamaz bunu. Ancak şehitlerimin anaları, babaları, kardeşleri, eşleri, çocukları anlar… Bunun bedelini bedeniyle ödeyenlerin yakınları anlar. “Vicdan-i ret” zırvasıyla yanıp kavrulan şerefsizler ordusu, bugün Türk Ordusu’na karşı açıktan bir savaş başlatmıştır. Kimden cüret buldukları da bir o kadar açıktır…
Bir de bu bedeli parayla ödeyip “kendini kurtarmak” isteyenler var. Ben de, onların parasıyla bana gelecek “yol-su-elektrik” hizmetini reddediyorum. Fakir çocuklarım sınır boylarında tek tek şehit düşerken; o elektrikle aydınlatılmış, o suyla yıkanmış o şehir yollarında, bunu vicdanına yedirmiş üç beş züppeyle aynı anda yürüyor olmayı reddediyorum.
Ama bugünlere kolay gelinmedi, bunu da biliyorum.
Kabahat, yıllardır top çevirip pas veriyordu, sabahat da bugün gol atıyor.
Kabahat, yıllardır dağdakine ses çıkarmıyordu, sabahat şimdi şehire inmiş, caka satıyor.
Kabahat, yıllardır Barzani’ye yemek servisi yapıyordu, sabahat şimdi semirmiş, kalça sallıyor.
Kabahat, yıllardır işbirliği yapıyordu, sabahat şimdi işini yapıyor.
Kabahat, yıllardır taş atıyordu, sabahat şimdi tokat atıyor.
Kabahat, yıllardır vatanıma kurşun sıkıyordu, sabahat şimdi kurşun sıkanı alkışlıyor.
Ne bekliyorduk ki, ne olmasını umut ediyorduk?
Ne bekliyorduk ki, ne olmasını umut ediyorduk?
Yani, kabahat işlenirken sabahat doğuyordu; körleşen Cumhuriyet(!) Savcısı görmedi.Kabahat fahiş bir hal almışken, sabahat fahişeliğe soyunuyordu; körleşen Cumhuriyet(!) Savcısı görmedi. Sabahat, yani “yüz güzelliği” böyle bir şey işte; kör ediyor adamı!
Oysa aynı Cumhuriyet(!) Savcısı, Cumhuriyet Gazetesi Başyazarı İlhan Selçuk’un, Cumhuriyet Gazetesi’ne bomba atan çetenin başı olduğunu iddia etti.
Tuncay Özkan’ın benimle konuşurken yaralarla dolu ellerini kaşıması gözlerimden gitmiyor.Mustafa Balbay’ın su damacanalarıyla spor yapıp sağlığını korumaya çalışması gözlerimden gitmiyor. Fatih Hilmioğlu’nun hastanede yatağa zincirlenmesi, Mehmet Haberal’ın çürümeye mahkum edilmesi, Doğu Perinçek’in eşiyle görüşmesinin bile yasaklanması, Çetin Doğan’ların tıbbi müdahaleyi reddedecek kadar onurlu duruşu gözlerimden gitmiyor.
Tuncay Özkan’ın benimle konuşurken yaralarla dolu ellerini kaşıması gözlerimden gitmiyor.Mustafa Balbay’ın su damacanalarıyla spor yapıp sağlığını korumaya çalışması gözlerimden gitmiyor. Fatih Hilmioğlu’nun hastanede yatağa zincirlenmesi, Mehmet Haberal’ın çürümeye mahkum edilmesi, Doğu Perinçek’in eşiyle görüşmesinin bile yasaklanması, Çetin Doğan’ların tıbbi müdahaleyi reddedecek kadar onurlu duruşu gözlerimden gitmiyor.
Neden yaşarıyor peki bu gözlerim, neden?
Silivri ve Hasdal’a girenler ölerek çıkarken, sabahat(!)ların o pis suratlarındaki sırıtışları kanıma dokunuyor arkadaş!
Fahiş bir kabahat ile fahişe bir sabahat başımıza çıkmış tepinip duruyor; hal böyleyken, gözyaşı dökmek zoruma gidiyor arkadaş!
Ama sakın ha, bu fahişler ve fahişeler, döktüğüm gözyaşını çaresizliğime bağlamasınlar. Ben, gözyaşı döktükçe Mustafa Kemal’e giden yolumu yıkıyorum her gece. Yani arkamdan gelenleri düşünüp, o yola gözüm gibi bakıyorum…
Bölücülükle şaha kaldırılmış gerici kabahata da, ABD ile düşüp kalktıkça “Kürdistan” adlı bir veled-i zina doğuracağını zanneden sabahata da son sözüm şu olsun:
Bölücülükle şaha kaldırılmış gerici kabahata da, ABD ile düşüp kalktıkça “Kürdistan” adlı bir veled-i zina doğuracağını zanneden sabahata da son sözüm şu olsun:
Bu memlekette sizin Apo posteriyle ve “sarı-kırmızı-yeşil” bayraklarla gösteri yapmanız “özgürlük mücadelesi”; ama bizim şehitler için yaptığımız yürüyüşlerde ya da Cumhuriyet mitinglerinde Mustafa Kemal posterleri ve Türk bayraklarıyla sokağa dökülmemiz “provokasyon” oldu.
Peki öyle olsun… Sizden korkan da, sizin gibi olsun!
“Saflaşma var” deniliyor, “kamplaşma var” deniliyor her fırsatta.
Saflaşma, yalnızca bizim aptallaşma derecesinde “saflaşma” yaşayan bazı çakma Atatürkçülerde var… Siz gayet ayıksınız ve aklınız yerinde…
Kamplaşmaya gelince…
Siz bölücüler Kuzey Irak’ta ve siz gericiler tarikat yuvalarında kamplaşırken, bizim elimiz de armut toplayacak mı sandınız?
Elbette vatanımızı korumak için biz de vatanseverler kampında yerimizi alacağız. Tıpkı 1919 olduğu gibi…
Ve fahişe bir sabahat, emperyalizmle gece mesaisini doldurup evine giderken, elbette onun yatağını toplayıp odasını havalandırmayacağız.
Ve fahiş bir kabahat, yeşil başını Pensilvanya’dan alıp Ankara’ya giderken yollarına gül suları serpmeyeceğiz…
“Kandil”le ve “ampul”le aydınlanan yolunuzun üzerine bir güneş gibi doğacağız ve siz kaçacak delik arayacaksınız.
Habur’daki çapulcu sürüsünü birlikte buyur eden kabahat ile sabahat, o zaman anlayacak “arkadan alkışlamak” ne demekmiş…
Ve işte o zaman anlayacaklar, biz Kemalistler var olduğumuz sürece, “Fahiş ile Fahişe”nin aşkında asla “mutlu son” olmayacağını!
0 yorum:
Yorum Gönder
Teşekkürler...